Pazartesi, Eylül 30, 2019

BİR AKÇE ARİZASI



Kendisinin yedi yıl evvel (2011) pek de tanınmayan bir dergide yer almış iki yazısını da situs edip, bibliyografyamıza da eklediğimiz bu makalemizcevâben bir yazı yayınlamış olduğunu tesâdüfen academia sitesinde gördüm. Bibliyografya ve dip notlarımızda kişinin dergideki yazılarının internet adreslerini de vermemizdeki sebep hem kendisini Bâbıâlî Yokuşu/Ankara Caddesi’ndeki yayınevine bizzat giderek (hatta yayıncı eski sayıları depolamadıklarını da ifâde etmişti)  ulaşmaya uğraşmamız ve hem de internette taradığımız hâlde, -tebliğimizi sunduğumuz tarihte- sonuçsuz kalıp, ulaşamamızdandır. Kendisini bulabilseydik, bir nezâket ziyâreti de yapıp, fikir te’âtîsi de düşünmüştük. Halbuki, bizim aranıp da bulunamayacak bir konumumuz, durumumuz yoktur. 

“Bilim yapıyorum” diye iddia eden ve akademik statüdeki biri kişinin muhakkaktır ki; her ikisini de yanyana koyup, -en azından- üslûb karekteristiği açısından mukâyese edeceklerinden emîn olduğumuz için, buna zahmet etmeye de gerek görmedik. 

Üstelik de, 20 sahîfelik bir bilimsel makâlede adımızın tam 53 defa geçmiş olması, üslûptaki yoğun tevriyedepresyon ve agresyon zaten sıklet olarak bize uygun değildir, hafiftir.

Şunu da belirtmeliyiz ki; ‘biz’, bir-iki tüccâr kılıklı “yerli koleksiyoner”, “dernek”, “vakıf”.. vs. gibi “akçe pariteli” organizasyonun peşine takılmış tâ’ifeden olmadık, hele hele bu saatten sonra olmayız da. 

Bilimsel olarak ortada bir sorun varsa, o da İbrahim Artuk’dan resmî bir devlet kurumunda (müzede) devraldığımız (ve 2000’li yıllarda da eksiksiz olarak devrettiğimiz 600 bin sikke arasındaki) “Osman Gâzî’nin neşredilmiş ilk akçesi”nin benzeri diğer akçelerdir. Bunlar nerededir? Hangi koleksiyon ve/veyâ koleksiyoncuların elindedir? Yoksa biri New York’ta mı? Biri de Londra’da bir Arap şeyhinde? Şimdilik bu kadar yeter, değil mi?

Biz, buraya kadar getirdik!.. Bundan sonrası ise bu kadar çözülmenin arkasından ne olacağı?

Tebliğimizin sonunda, ne yazmıştık?


“Osman Bey’e ait yayınlanmayan “özel koleksiyonlar”daki diğer sikkelerin de etraflıca incelenerek bilim dünyasına tanıtılması özellikli dileğimizdir.”


***     ***

Ciddî olarak sadece iki hususa cevap vereceğiz:
1)    Osmanlılarda güncel tarih yazıcılığı, XV.yy.’da Âşıkpaşa-zâde ile başlar. Fakat hem Anadolu Selçukluları, hem de Osmanlıların çağdaşı Doğu Roma İmperatorluğu’nda (müsteşriklerce yanlış adlandırılarak “Bizans” denilir) güncel tarih yazıcılığı sarayın olmazsa olmaz bir parçasıdır. Zahmet edip, bakanlar, orada Orhan gibi “Osmanve diğer Türklerin adlarının etimolojilerini ve telâffuzlarını bulabilirler.




2)    “Osman” adının Türkçe yazılış biçimini bize öğretmeye yeltelenen kişinin ifâdeleri ise tam bir melodramdır. Kişi bize “Osman ismi arap harfleriyle Türkçe” olarak اوثمان olarak yazdıracak kadar da pervasızlaşmıştır.
Öztürkçe’de mezopotamyen peltek s harfi (ث ) yoktur; çünki bu harfe karşılık bir ses Türkçede mevcut değildir. Ha, اوسمان (!) deseydi, hiç olmazsa güler-geçerdim; câhil demezdim. Çünki Osmanlıcada  diğer dillerden alınan kelimeler, özellikle de özel isimler aslı gibi yazılır.

Bizim Osman-Ataman ses benzeşmesinden ve morfolojisinden yararlanarak yeni kurulan beyliğe islâmî bir hüviyet verilmesi savımızı anlayamamak için ya idrâk eksikliği yada cehâlet yeterlidir.



Ne derler?
“Temmetü’l-ahsenü’l-kelâm”!