Kendisinin yedi yıl evvel (2011) pek de tanınmayan bir dergide
yer almış iki yazısını da situs edip, bibliyografyamıza da
eklediğimiz bu makalemize cevâben bir yazı yayınlamış
olduğunu tesâdüfen academia sitesinde gördüm. Bibliyografya ve
dip notlarımızda kişinin dergideki yazılarının internet adreslerini de
vermemizdeki sebep hem kendisini Bâbıâlî Yokuşu/Ankara Caddesi’ndeki yayınevine
bizzat giderek (hatta yayıncı eski sayıları depolamadıklarını da ifâde
etmişti) ulaşmaya uğraşmamız ve hem de internette taradığımız hâlde,
-tebliğimizi sunduğumuz tarihte- sonuçsuz kalıp,
ulaşamamızdandır. Kendisini bulabilseydik, bir nezâket ziyâreti de yapıp,
fikir te’âtîsi de düşünmüştük. Halbuki, bizim aranıp da bulunamayacak bir
konumumuz, durumumuz yoktur.
“Bilim yapıyorum” diye iddia eden ve akademik
statüdeki biri kişinin muhakkaktır ki; her ikisini de yanyana koyup, -en
azından- üslûb karekteristiği açısından mukâyese edeceklerinden emîn olduğumuz
için, buna zahmet etmeye de gerek görmedik.
Üstelik de, 20 sahîfelik bir bilimsel makâlede adımızın
tam 53 defa geçmiş olması, üslûptaki yoğun tevriye, depresyon ve agresyon zaten
sıklet olarak bize uygun değildir, hafiftir.
Şunu da belirtmeliyiz ki; ‘biz’, bir-iki tüccâr
kılıklı “yerli koleksiyoner”, “dernek”, “vakıf”.. vs. gibi
“akçe pariteli” organizasyonun peşine takılmış tâ’ifeden olmadık, hele
hele bu saatten sonra olmayız da.
Bilimsel olarak ortada bir sorun varsa, o da
İbrahim Artuk’dan resmî bir devlet kurumunda (müzede) devraldığımız (ve 2000’li
yıllarda da eksiksiz olarak devrettiğimiz 600 bin sikke arasındaki) “Osman
Gâzî’nin neşredilmiş ilk akçesi”nin benzeri diğer akçelerdir. Bunlar nerededir?
Hangi koleksiyon ve/veyâ koleksiyoncuların elindedir? Yoksa biri New York’ta
mı? Biri de Londra’da bir Arap şeyhinde? Şimdilik bu kadar yeter, değil mi?
Biz, buraya kadar getirdik!.. Bundan sonrası
ise bu kadar çözülmenin arkasından ne olacağı?
Tebliğimizin sonunda, ne yazmıştık?
“Osman Bey’e ait yayınlanmayan “özel
koleksiyonlar”daki diğer sikkelerin de etraflıca incelenerek bilim dünyasına
tanıtılması özellikli dileğimizdir.”
***
***
Ciddî olarak sadece iki hususa cevap vereceğiz:
1)
Osmanlılarda güncel tarih yazıcılığı, XV.yy.’da
Âşıkpaşa-zâde ile başlar. Fakat hem Anadolu Selçukluları, hem de
Osmanlıların çağdaşı Doğu Roma İmperatorluğu’nda (müsteşriklerce yanlış
adlandırılarak “Bizans” denilir) güncel tarih yazıcılığı sarayın olmazsa olmaz
bir parçasıdır. Zahmet edip, bakanlar, orada Orhan gibi “Osman” ve
diğer Türklerin adlarının etimolojilerini ve telâffuzlarını
bulabilirler.
2)
“Osman” adının Türkçe yazılış biçimini bize öğretmeye
yeltelenen kişinin ifâdeleri ise tam bir melodramdır. Kişi bize “Osman
ismi arap harfleriyle Türkçe” olarak اوثمان olarak yazdıracak kadar da pervasızlaşmıştır.
Öztürkçe’de mezopotamyen peltek s harfi (ث ) yoktur; çünki bu harfe karşılık bir ses Türkçede mevcut
değildir. Ha, اوسمان (!) deseydi, hiç olmazsa güler-geçerdim; câhil demezdim. Çünki
Osmanlıcada diğer dillerden alınan
kelimeler, özellikle de özel isimler aslı gibi yazılır.
Bizim
Osman-Ataman ses benzeşmesinden ve morfolojisinden yararlanarak yeni kurulan
beyliğe islâmî bir hüviyet verilmesi savımızı anlayamamak için ya idrâk
eksikliği yada cehâlet yeterlidir.
Ne derler?
“Temmetü’l-ahsenü’l-kelâm”!